Binlerce yıl boyunca, kadınlara, Tarih'te bir straponten koltuğu
verildi. Yüzyıllarca, yazınsal veya sanatsal yaratıcılık, felsefi düşünce,
bilimler ya da siyasal eylem gibi birbirlerinden çok değişik alanlarda, Havva'dan
Saba Melikesi'ne, Brunehaut'dan Jeanne d'Arc'a, Christine de Pisan'dan Colette'
e, pek az kadın ünün doruklarına tırmanabildi.
Yeryüzündeki kadın sayısı erkek sayısına hemen hemen eşittir,
zaman zaman da biraz üzerinde olmuştur. Buna karşılık şan ve şöhreti hemen her
zaman erkekler tekellerine almışlardır.
İnsan adlı kitabında Jean Rastand şunları yazar: "Ne dişi
saf dişi, ne de erkek saf erkektir; sadece dişi biraz daha fazla dişi, erkek de
biraz daha fazla erkektir."
Ne var ki kadın olmak, hakların kısıtlanmasının ve
özgürlüklerin ayaklar altına alınmasının nedeni oldu.
1862'de Abraham Lincoln, Birleşik Devletler Kongresi'ne gönderdiği
ikinci yıl mesajında, "kölelere özgürlüklerini vererek özgür insanların
özgürlüğünü garanti altına alabiliriz" diyordu.
Özgürlüklerin kazanılması, bireylerin haklarının tanınması ve
bunlara saygı gösterilmesi birilerinin Canı yanmadan gerçekleşemez. Tiranlıkların
üstesinden gelebilmek için daima savaşmak gerekmiştir ve bugün de
gerekmektedir. Ulusların bağımsızlıklarını, halkların özgürlüklerini elde
edebilmek için yaptıkları devrimler sayısız insanın hayatına mal olmuştur. Bu
ulusların ya da halkların erkekleri, bağımsızlık ve özgürlük savaşımını
kadınların yardımı ve desteğiyle yürütmüşlerdir.
İnsan haklarının tarihi başka bazı insanların egemenliğine karşı
verilen sürekli bir kavganın tarihidir. Yahudi halkının Musa'nın önderliğinde
firavunların köleliğinden kurtulması, Danton ve Robespierre'in imzalarını attıkları
Fransız Devrimi ya da Lenin ile Troçki'nin damgalarını vurdukları 1917 Ekim
Devrimi, özgürlüğünü kazanma uğruna insanlığın verdiği uzun kan ve gözyaşıyla
yazılmış destanın dönüm noktalarından yalnızca birkaçıdır.
İnsanlık, tiranlığa karşı kazandığı değerli zaferleri
ülküleştirmek ve ölümsüzleştirmek istediği için Carta'lar ya da İnsan Hakları
Bildirgeleri kaleme almıştır.
Kadınların tarihin bu önemli olaylarına taraf oldukları kesindir.
Baskı altında ezilme, bütün halkların acısını tattıkları ortak bir yazgıdır.
Erkekler ve kadınlar baskıyı yenebilmek için elbirliğiyle mücadele ettiler.
Ancak sıra nice güçlükle kazanılan zaferlerin meyvelerini toplamaya geldiğinde,
kadınlar çoğu zaman bir köşeye itildiler. Kimi zaman özgürlük savaşımına
katılmanın doğal ödüllerinden yoksun bırakıldılar, kimi zaman da kazanılmasına katkıda
bulundukları şereften almaları gereken pay onlara çok görüldü.
Oysa İÖ. 5 bin yılında Sümerlerin ülkesi Mezopotamya'da, Babil'de
kurulan ilk uygarlığı yaratan kabileler anaerkildiler (matriyarkal). Otoriteyi
kadınlar kullanırdı. Bugün de bu adetlerin Afrika'nın, Avustralya'nın ya da Güney
Amerika'nın bazı yörelerinde yaşadığı görülüyor. Brezilya'da Cunnuris ırmağının
kıyılarında yaşayan Topinambous Kızılderililerine komşu olan, erkeksiz yaşayan ve
kendi kendilerini yöneten gerçek Amazonlar vardır. Yılda bir iki gün, gebe
kalmak için erkekleri kabul ederler. Doğan çocuklardan kızları anneleri büyütüp
yetiştirir, oğlanlar ise ertesi yıl babalarına verilir.
Bununla birlikte anaerkil tipteki bu aile yapıları oldukça ender
ve olağandışıdır.
Aile zaman içinde Roma tipi aileye doğru evrildi. Bu aile,
tepesinde, gerek ona bağımlı olan kadın ve çocuklar, gerekse kendi gibi, eşiti
olan yurttaş erkekler katında en geniş hakları bulunan "baba" nın yer
aldığı bir tür piramide benzerdi. Yeni hak ve özgürlüklerin tanınması ya da kazanılması
durumunda bu haklardan yararlanan kişi, gerçekte, hukuken ancak onunla olan
ilişkileri dolayısıyla varolan aile üyelerinin tamamını temsil ettiği
varsayılan aile reisiydi. Yeni kazanılan haklardan genellikle yalnız o yararlanırdı.
Eğer erkeğe bir takım ayrıcalıklar tanınmışsa, kadınla
ayrıca ilgilenmeye gerek yoktu. Eylemlerinin ödülü olarak doğrudan kadının
kendisine tanınabilecek haklar, erkeğin varolan durumu korumak amacıyla
oluşturduğu örümcek ağı benzeri sosyal ilişkiler içinde eriyip gitti.
Bu yapı despotça ya da en azından otoriter eğilimleri olan
her iktidarın işine gelir: Salt sayısal bir hesap bile, kadınların kamusal
yaşamdan dışlanmalarının yönetilecek insan sayısının önemli oranda azalması
sonucunu vereceğini görmeye yeterlidir!
Eğer kadınlar haklardan yoksunsa ya da hakları kısıtlıysa,
muhalefet ancak halkın bir bölümünden gelebilir; çünkü diğerleri
susturulmuştur. Böylece sorunlar yarı yarıya azaltılmış olur. Yerleşik düzen
daha kolay sürdürülür.
Kadınların zaman zaman, eğer yalnız iseler şan ve şeref kazanabildikleri
görülür. Bir erkekle birlikte olmanın kadının değerini bastıran ya da
gelişmesini frenleyen bir etki yarattığı görülmektedir. Gracchus'ların annesi
Cornelia, genç yaşta dul kalmış ve kendini, korkusuzca, sonradan ateşli birer
hatip olarak ünlenecek olan Tiberius ve Gaius Gracchus'u yetiştirmeye
adamıştır.
Yalnız olmayan kadın, kişisel eylemiyle bir başarının kazanılmasına
katkıda bulunduğunda, ona ait olması gereken şan ve şeref en yakınındaki
erkeğe, babaya, kocaya ya da kardeşe atfedilir.
Ünlenmenin nedeni yalnızca kadına ait olsa bile, tarih bunu
hep bir erkeğinkine bağlama eğilimindedir. Kleopatra'nın adı Sezar ya da Marcus
Antonius'unkine, Deli Jeanne'ın adı Güzel Philippe'inkine,
Marie-Antoinette'inki XVI. Louis'nin adına bağlıdır.
Kadınların erkeklerden bağımsız olarak saygınlık
kazanabildikleri günümüzde bu durum eskiden olduğu kadar açık değildir ve o
kadar sık görülmez: Örneğin edebiyatta bir Vicki Baum ya da Françoise Sagan,
resimde bir Rosa Bonheur ya da Berthe Morisot, siyasette bir Golda Meir ya da
Margaret Thatcher başarıları bir erkeğinkine dayandırılamayacak kadınlardır.
Durağan bir sosyal yapı içinde yaşayan ve çoğu ülkede, bir
erkeğin, önce babasının, daha sonra kocasının adını taşıyan kadın, tüm
yönleriyle belirginleşmiş bir bireysellikten yararlanamamaktadır.
İnsan hakları ne kadar yaygınlaşırsa, o kadar derinleşip güçlenebilir.
Onlara tanınan haklardan yararlanabildikleri için ekonomik gücü
de ellerinde tutan erkekler, kendi aralarında en sevdikleri oyunu oynarlar: Bu
oyun, savaştır. Aile reisi bu oyuna, adlarına karar verdiği kişileri, ona tabi
olanları da sürükler.
Buna karşılık kadın hakları, savaşlardan ya da devrimlerden öte
bir şeyi gerektirmektedir: O da, örf ve adetlerin değişmesidir.
Bu durumu haklı kılan ve destekleyen belirli bir felsefi akım
vardır. 19. yüzyılın sonunda, İyilik ve Kötülüğün Ötesinde kitabında Nietzsche
(1844-1900), bu anlayışı veciz şekilde şöyle dile getirmişti: "En temel
sorunda, Erkek'le Kadın'ın ilişkisi sorununda hata yapmak, aralarındaki uçurumu
ve ve çatışmalarının kaçınılmazlığını görmezden gelmek, eşit haklara, aynı
eğitime, benzer iddialara, benzer sorumluluklara sahip olunabileceği rüyasına kapılmak,
düşünce yoksulluğunun en açık işaretidir."
Erkek böylece, adına Hayat denilen tiyatro oyununu kurar.
Kadın onu dikkatli ve edepli bir seyirci olarak izler, hatta oyun başarısız
olsa bile onu alkışlar, ya da en iyi koşullarda erkeğin yazdığı, sahneye
koyduğu ve başrollerini oynadığı oyunda bir figüran olarak yer alır.
Erkek kendi yararlandığı hakları kadına da tanımayı reddetmektedir.
Erkekler, kadınların Tarih'e boyun eğmeleri için mitoslar yaratırlar (birinci
kısım).
Kadınların ilerlemelerini önlemeye yetmeyen bu tutumu haklı
kılmak için erkek cinsel tabularla sosyal tabuların ardına gizlenir (ikinci
kısım).
Buna rağmen kadın hakları ilerlemektedir. Son olarak kadınların
haklarında değişik ülkelerde, özellikle Fransa'da ne yönde ve nasıl bir değişme
olduğu incelenecektir (üçüncü kısım).
Ney Bendason - Kadın Hakları
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.